Dursun Murat Özden

Bilgilik / İpucu

Dursun Murat Özden

    Kategori: POLİTİKA
    Konu: Siyasal Katılma


İktidarın halka dayandırılması fikrinin yaygınlaşması ile birlikte, geniş halk kitlelerinin politika alanında ön plana çıktıkları görülür. Günümüzde sık sık “kitle toplumu” deyiminden söz edilmektedir. Batıda eski dar sosyal kadroların parçalanarak siyasal hayatın sokaktaki adamı da içine alacak biçimde genişlemesi, bazı yazarlarca
“Kitlelerin Başkaldırışı” olarak nitelendirilmiştir. Rejimin ideolojik ve kurumsal yapısı ne olursa olsun, “halk” unsuru bu yapının temel dayanak noktası olarak alınmaktadır veya alınmak istenmektedir.
Bu gelişmeler, politika biliminde dikkatleri siyasal katılma sorunu üzerine çekmiş bulunuyor. Son zamanlarda bu konuda yapılan araştırmaların bazı yeni aydınlatmalar getirdiğini ve bu arada farklı değerlendirmelere yol açan bazı ilginç noktaları ortaya çıkardığını görüyoruz. Katılmanın yolları ve dereceleri nelerdir? Kişilerin bu alandaki davranışlarında ne gibi farklılıklar vardır? Katılma ile siyasal karar arasında etki ilişkisini belirlemek mümkün müdür? Değişik siyasal modellerde katılma ne gibi şekiller alır? Bütün bunlar, cevap arayan sorular olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kavramın Açıklanması ve Katılmanın Boyutları:
Önce kavramı açıklığa kavuşturmak gerekir. Siyasal katılma, toplum üyesi kişilerin (vatandaşların) siyasal sistem karşısında durumlarını, tutumlarını ve davranışlarını belirleyen bir kavramdır. Bunu sadece seçimlerde oy kullanmaktan ibaret sanmak eksik ve yanlış bir anlayış olur. Katılma, basit bir meraktan yoğun bir eyleme kadar uzanan geniş bir tutum ve faaliyet alanını kapsar. Toplum üyelerinin hepsi şüphesiz ki siyasete karşı aynı ilgiyi göstermezler. Kimisinin gece gündüz politika ile uğraşmasına karşılık – ki bunlar küçük bir azınlık teşkil ederler – bazı insanlar politik sorunlara tamamen ilgisiz ve kayıtsızdırlar. Bu bakımdan, Aristo’nun “insan siyasal bir yaratıktır” sözü, ancak bir ölçüde ve geniş anlamıyla bütün insanların siyasal topluluklar içinde yaşamalarını ifade etmesi yönünden doğrudur denebilir.
Amerikalı siyaset bilimcisi Robert Dahl, siyasal katılmanın boyutlarını: a) İlgi, b) Önemseme, c) Bilgi, d) Eylem olarak sıralıyor. İlgi, siyasal olayları izlemeyi; Önemseme, siyasal olaylara önem vermeyi; Bilgi, olaylar ve sorunlar hakkında bilgi sahibi olmayı; Eylem, ise siyasal olaylara aktif olarak katılmayı ifade eder. Katılmanın bu dört boyutu, birbirinden kopuk, birbiriyle ilgisi olmayan tutumlar değildir. Aksine, yapılan araştırmalar, bunlar arasında yakın bir bağlantı olduğunu ortaya koymuştur. Örneğin seçim sonuçlarına ilgi duyan kimselerin, seçim kampanyasını önemseyerek izleyenlerin, tartışılan sorunlar hakkında daha fazla bilgi sahibi olanların, seçimlerde oy kullanma oranlarının da – ilgisizlere nazaran- daha yüksek olduğu görülmektedir.
Siyasal faaliyete katılma değişik düzeylerde ve çeşitli biçimlerde kendini gösterebilir. Bunlar arasında yoğunluk bakımından bir kademelenme, bir hiyerarşiden
söz etmek mümkündür. En alt kademede, gazete, dergi, radyo ve televizyon yolu ile siyasal olayları izleme, dinleyici olarak mitinglere katılma, özel temaslarda siyasal konuları tartışma gibi faaliyetler yer alır. Bunlar, bir deyime göre, “seyirci faaliyeti” olarak nitelendirilebilir. Bu kategoriye giren insanlar, “bir nevi siyasal haber tüketicisi, siyasal sahnenin seyircisidirler.” Bunun daha ötesinde, orta kademede, siyasal olaylar ve sorunlar karşısında açıkça vaziyet olarak eyleme geçme söz konusu olur (Gazetelerde yazı yazmak, radyoda ve mitinglerde konuşmak, siyasal liderlerle görüşerek onları etkilemeye çalışmak, bir partiye veya adaya para yardımında bulunmak gibi). Nihayet, siyasal katılmanın en ileri kademesi, doğrudan doğruya olayların içine karışarak ve aktif rol alarak girişilen faaliyetleri kapsar. Bir siyasal partide aktif üye olmak veya yöneticilik görevi yapmak, seçimli kamu görevlerinde bulunmak veya buralara adaylığını koymak, seçim kampanyalarında fiilen çalışmak gibi faaliyetler bu kategori içinde sayılabilir.
POLİTİKADAN UZAKLAŞMA (DEPOLİTİZASYON) OLAYI KARŞISINDA MIYIZ?
Yakın zamanlarda bazı gözlemciler Batılı toplumlarda siyasal bakımdan genel bir
“ilgisizleşme” olayından söz etmeye başlamışlardır. Gelişmiş ülkelerin siyasal hayatında kendini gösteren bazı belirtiler (politik çatışmaların eski şiddetini kaybetmesi, partiler arasındaki derin ayrılıkların silinmeye yüz tutması ve bunların birbirlerine yaklaşma eğilimleri, seçimlere katılma oranlarındaki düşmeler gibi) bu görüşün hareket noktasını oluşturur. “Politikadan uzaklaşma”yı bir varsayım olarak kabul edenler, olayın nedenlerini açıklayan hipotezleri de ortaya koymuşlardır. Genel yaşama düzeyinin yükselmesi başta gelen faktör sayılmaktadır. Ana fikir şu noktada toplanır: İnsanlar daha iyi yaşama şartlarına kavuştukça ve refaha doğru yaklaştıkça politikadan uzaklaşmaktadırlar. Batıda proletaryanın maddi durumunun düzelmesine paralel olarak siyasal alanda eski militan tutumunu terk etmesi bunun bir delili sayılabilir. Öte yandan, siyasete karşı ilgisizleşmenin başka bir nedeni de, gelişmiş toplumlarda halkın karşısına çıkan problemlerin gittikçe daha karmaşık ve daha teknik bir nitelik kazanışında görülmektedir. Halk, kendi anlayışını ve bilgisini aşanlar sorunlar karşısında ürkmekte, bunların çözümlerinin teknisyenlere bırakılması gerektiği düşüncesiyle – ya da çaresizlik duygusuyla- ister istemez politikanın dışına kaymaktadır.
Politikadan uzaklaşma tezi dikkatleri üzerine toplamakta gecikmemiştir. Ancak, bu konuda yapılan etraflı araştırmaların, ileri sürülen varsayımları doğrulayıcı sonuçlar vermediklerini görüyoruz. Her şeyden önce, siyasal katılmanın sadece bir yönünü oluşturan seçimlere katılmada görülen düşmelerin geçici ve kısa dönemli olduğu, grafik çizgisinin iniş çıkışlar gösterdiği ve uzun süreli bir düşme olayından söz edilemeyeceği ortaya çıkmıştır. Bunun yanında, politikaya karşı ilgi konusunda yapılan sondajlar da, bu ilginin geçmiş kuşaklara oranlara azalmadığını, aksine olumlu yönde arttığını göstermiştir. Aslında, geniş bir açıdan bakıldığında görülen odur ki, bugün siyasal katılmada bir azalma değil, fakat katılma yollarında ve stilinde bir değişme söz konusu olmaktadır. Zamanımızda televizyon, geniş ölçüde toplantıların ve mitinglerin yerini almıştır denebilir. Öte yandan, bir zamanlar sadece siyasal partiler kadrosu içinde kendini gösteren faaliyetler bugün meslek kuruluşları, sendikalar, dernekler vs. gibi diğer sosyal gruplara da yayılmıştır. Toplumda politik faaliyet alanı genişlemiş, karar ve etki merkezleri çoğalmıştır. Bu bakımdan, bazı yazarların da işaret ettikleri gibi, çağımızda “depolitizasyon” yerine “politizasyon” dan söz etmek belki daha doğru olur.
Son yıllarda ileri endüstri ülkelerinde görülen yeni gelişmelerin “politizasyon” teşhisine daha da güç kazandırdığına şüphe yoktur. Protesto hareketleri, sokak gösterileri, dev mitingler, büyük yürüyüşler gerçekte klasik katılma kanallarının yetersiz görülerek zorlandığı, daha etkili ifade imkanları arayan gruplar tarafından yeni katılma yolları olarak denendiği anlamını taşır. Değişen dünya konjöktörü içinde sosyal sınıflar arasındaki çatışmanın yer yer yeniden hızlandığını, siyasal partiler arasındaki ideolojik çizgilerin de belli ölçülerde yeniden kesinlik kazanmaya başladığını görüyoruz.
Kısaca, ortaya atıldığında hayli geniş ilgi toplayan “politikadan uzaklaşma” tezi, bir yandan ampirik araştırma verileri, öte yandan siyasal hayatta kendini gösteren aksi yöndeki gelişmeler karşısında temelden yoksun bir varsayım olarak boşlukta kalmıştır.
Burada “depolitizasyon” kavramının tamamen değişik başka bir anlamın da değinmek gerekir. Bu değişik anlamıyla depolitizasyon, toplumda çeşitli nedenlerle kendiliğinden beliren bir eğilimi veya yönelişi (trend) değil, fakat devlet otoritesince belli bir amaçla bilinçli olarak benimsenen bir tutumu ifade için kullanılır. Bazı rejimler, vatandaşların politika ile fazla ilgilenmesini istemezler; bunun içinde politikanın alanını daraltacak, siyasal katılmayı sınırlandıracak birtakım önleyici tedbirler alma ve yasaklar koyma yoluna giderler. Bu durumda, “politikadan uzaklaşma” yerine, “politikadan uzaklaştırma” sözünü kullanmak herhalde daha doğru olur. Bunun en yakın ve en belirgin örneklerinden birini Türkiye’nin 1982 Anayasasında görmek mümkündür. Bilindiği gibi bu Anayasa, çoğulcu toplumun temel unsurlarından olan derneklerin, sendikaların ve meslek kuruluşlarının siyasetle uğraşmalarını, siyasal partilere destek olmalarını ve onlardan destek görmelerini yasakladığı gibi , kendi aralarında ortak hareket etmelerini de yasaklamıştır. Ancak otoriter rejimlerde rastlanabilecek bu tür yasakların, demokrasi olma iddiası taşıyan bir rejimde yer almaması gerekir. Genelde “politika sadece politikacıların işidir” anlayışı ile getirilen kısıtlamalar, siyasal katılmanın belki de en etkili yollarını oluşturan toplu katılma ya da “grup katılması” nı engelleme amacını güderler. Bu da toplumun çoğulcu ve özgürlükçü modelden uzaklaşması sonucunu yaratır.
SEÇME SEÇİLME EŞİTLİĞİNİ BOZAN NEDENLER
“Demokrasiler, seçme eşitliğini sağlayacak önlemleri alabildikleri ölçüde gerçeklik kazanır ve sağlıklı işlerler”
Yukarıda belirtilen gerçekliğin deformasyon durumu konu başlığımızı da beraberinde getirecektir.
Seçme eşitliğini bozan engellerin başında, herkesin oy hakkına sahip olamaması ya da herkesin eşit oy hakkına sahip olamaması gelir. Özellikle geçen yüzyılın ilk yarısında en çok başvurulan kısıtlama servet ve cinsiyetle ilgiliydi. Ancak varlıklı olan ve devlete belirli düzeyde vergi veren yurttaşlara oy hakkı tanınıyordu. Ama görünüm ne olursa olsun, amaç dar gelirli ve yoksul kitleleri siyasal katılımın dışında tutmaktı.
Çoğu kanlı mücadelelerle Batı Avrupa’da oy üzerinde ki servet kısıtlamasının sınırları daralırken, okumuşlara da seçme ve seçilme hakları tanımaya başlandı. Servet kısıtlaması giderek tümden kalkarken, eğitimle ilgili kısıtlamalar biçim değiştirerek de olsa, uzun süre varlığını korudu. Eğitim de ekonomik olanaklara bağlı olduğuna göre, aslında bu, servetle ilgili kısıtlamanın başka bir görünüm altında ve yumuşayarak sürmesi demekti.
Nazi Almanya’sında Yahudiler oy hakkından yoksundular. Yakın bir döneme gelinceye kadar, ABD’de zencilerin seçme ve seçilme hakları önceleri yoktu, sonraları da kısıtlıydı. Bazı eyaletler, oy kullanma hakkını, örneğin Anayasayı okuyup yorumlayabilme koşuluna bağlamışlardı. Görünüşte hiçbir ırkı hedef almıyormuş izlenimini veren bu koşul, uygulamada eğitim düzeyleri düşük olan zencileri siyasal katılımın dışında tutabiliyordu.
Oy hakkına cinsiyetle ilgili olarak getirilen kısıtlama, hiçbir toplumsal gücü hedef almadığı için, varlığını çağdaş demokrasilerde de en uzun sürdürebilen kısıtlama oldu. Atatürk’ün Türk kadınına seçme ve seçilme hakkını tanımasından uzun yıllar sonra bile, Batı’ nın birçok demokrasisinde kadınların oy hakkı yoktu. İsviçre’nin bazı küçük kantonlarında, bu uygulama günümüze kadar sürebildi.
Hiçbir toplumsal sınıfı doğrudan hedef almadığı için varlığını uzun süre koruyabilen bir katılma kısıtlaması da yaşla ilgilidir. 1968 gençlik hareketlerinden sonra oy hakkıyla ilgili yaş sınırı hemen tüm ülkelerde 18’e inerken Türkiye bu genel eğilimin dışında kaldı. 12 Eylül döneminde getirilen düzenlemelerle, gençleri siyasal katılımın dışında tutan hukuksal engeller daha da ağırlaştırıldı. Partilerin gençlik kolları oluşturmaları bile yasaklandı.
Belirli suçlardan mahkum olmuş kişilerin yurttaşlık haklarının kısıtlanması ve bu arada seçilme hakkından yoksun bırakılması da çağdaş uygulamalar arasındadır. Adi suçlarla ilgili konulan kısıtlamalar doğal karşılanırken, siyasal suçlarla ilgili kısıtlamalar genellikle tartışma yaratmaktadır. Özellikle ideolojik suçlar ya da düşünce suçları söz konusu olduğunda, konulan kısıtlamaların demokrasiye uygunluğunu savunmak zordur.
Seçme eşitliğini bozan bir başka uygulama ise, bazı kişilere ya da toplum kesimlerine birden fazla oy kullanma hakkının tanınmasıdır. Oy hakkının genelleşmesinden sonra, bazı toplum kesimlerinin ayrıcalıkları bu yoldan korunmaya çalışılmıştır.
Seçme ve seçilme eşitliğini bozan nedenlerin temel kaynağı seçme eşitliğini sağlayacak önlemlerin alınamaması - alınmaması durumu
ya da niyetidir.
Niyet çok önemlidir. Çünkü seçim toplumsal güçler dengesinin siyasal iktidara yansımasının barışçı bir yoludur. Toplumsal güçler dengesinin kuralları ya da koşulları niyetin kendisini de ortaya çıkarır. Nasıl bir ülke, nasıl bir gelecek? Sorularının yanıtını verme hakkı çoğu kez toplumsal gücü elinde bulunduranların ve taşıdığı dünya görüşünün hakkıdır. İşte bütün dünya rejimlerinin temel sorunu burada kendisini gösterir.
Dışarıda kalanlar tarih boyunca bazen köylüler, bazen eğitimsizler, bazen işçiler, bazen rendi ve ırkı lanetlenenler, bazen kadınlar, bazen de cinsiyetsizler olmuşlardır...
Seçme eşitliğini bozan engeller birbirleriyle bağlantılı olmakla birlikte hukuksal, toplumsal ve ekonomik olarak kendisini gösterir.
Belki de seçme ve seçilme eşitliğini bozan nedenleri yok edecek en doğru formül toplumsal gücün topluma dönmesi, gücün toplumu oluşturan bütün bireylere eşit olarak paylaştırılmasıdır, ama her şeyiyle.
|  anasayfa   |  sayfa başı  |   geri  |